Allah, Kur'an düşünce sisteminde en yüksek odak kelimedir. Derece ve önem bakımından ondan üstün bir kelime yoktur. Kur'an düşünce sistemi, esas olarak merkezinde Allah olan bir sistemdir. Onun için bu sistemde Allah fikri yukarıdan aşağı her şeye hakim olur ve bütün anahtar terimler üzerinde derin tesir gösterir. İnsan, Kur'an düşüncesini hangi bakımdan incelemek istese, her şeyden önce bu düşünce hakkında bir fikir sahibi olmalıdır.
Allah adı, Kuran inzalinden önceki dönem ve İslâm devirlerinde ortak bir ad olarak kullanılmaktaydı. Yani Kur'an vahyi, bu kelimeyi kullanmaya başladığı zaman Arapların kullandıklarına yeni ve yabancı bir isim getirmemektedir. Allah adı, İslâm'dan önce de bilinmekteydi. Bu kelime, İslâm öncesi Arap şiirlerinde geçtiği gibi eski kitabelerde de yer almıştır. Arabistan'da bazı insanlar ya da kabileler Allah adıyla bilinen bir tanrıya inanırlardı. Bu tanrıyı göğü ve yeri yaratan tanrı olarak kabul ederlerdi. Bu husus, Kur'an'ın bazı ayetlerinden açıkça anlaşılır.
"Onlara 'gökleri ve yeri yaratan güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren kimdir?' diye sorsan mutlaka 'Allah' derler." Ankebut, 29/61
"Onlara: 'Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?' diye sorsan 'Allah' derler." Ankebut, 29/63
Ayrıca bknz: Lokman, 31/25; Zümer, 39/38; Zuhruf, 43/9, 87.
Bu insanlar, çok tanrılı sistemde Allah'ı tanrıların başı, Mekke'deki Kabe'nin Rabbi (Rabbü'l-Beyt) olarak kabul ediyor, öteki tanrıları da bu üstün tanrı ile insanlar arasında aracı(şefaat sahibi) sayıyorlardı. Onların tanrılar arasındaki bu hiyerarşik inancı, Kur'an'da pek açık olarak anlatılır. Zümer suresinde bazı müşriklerin şöyle dediklerini işitiyoruz:
"Biz onlara, sadece bizi, Allah'a yaklaştırmaları için uyuyoruz/izliyoruz."Zümer, 39/3,4
Bu ayette anlatılmak istenen, putlarıştırdıkları kişilerin şefaatidir. Şefaat fikri, ta İslâm öncesi zamanlara kadar Arapların ve Müslümanların dini düşünce tarihlerinde çok önemli bir rol oynamaktadır.
Ahkaf suresinin 27-28. ayetlerinde de Allah'tan başka edinilen ilahlara(ilah/tanrı: sözü dinlenen, sözü takip edilen) Allah'a yaklaştıran şefaatçiler gözü ile bakıldığı anlatılır. Allah'a inanmamakta direnen ve bu direnişleri nedeniyle helak olan eski milletlerin durumuna acı bir alayla işaret edilmektedir.
Allah'tan başka, kendilerine (Allah yanında) yakınlık sağlamak için ilah edindikleri şeylerin, onlara yardım etmesi gerekmez miydi? Ahkaf, 46/27-28
Bunlar ve diğer birçok ayet açıkça gösteriyor ki, Cahiliye çağında, tanrılar arasında Allah denen ve bütün tanrılardan üstün olan bir tanrı tanınırdı. Bu tanrı, diğerlerinden üstün olmakla beraber neticede yine tanrılardan biriydi. İslâmın Son nebisi davetine başlayınca bu eski dinî sistem, büyük tehlike içine düştü. Çünkü İslâm'da Allah, tanrılar hiyerarşisinde üstün bir tanrı değil, var olan tek tanrı idi. Öteki tanrılar uydurma, gerçek karşısında aslı olamayan (batıl), hakikati olmayan sadece hayal edilen şeyler/ sözleri takip edilen kişiler durumuna düşüyordu. Eğer Araplar, bu yeni öğretiyi kabul etselerdi, genel durum kökünden değişecek, yalnız dinî inançları değil, hayatın bütün safhaları, ferdî ve sosyal durumlar bu değişiklikten etkilenecekti. Tabii Hz. Muhammed'in (sorumluluğu) altında başlayan bu harekete karşı büyük bir muhalefet gelişti.
Şurası da bilinmeli ki bu dava yalnız Arapların Allah hakkındaki inançlarının mahiyetini değiştirmiyor, daha önce bahsettiğimiz bütün düşünce sistemini değiştiriyordu. Yeni İslâmî Allah düşüncesi, kâinat hakkındaki bütün düşünce yapısını derinden etkiliyordu. Arap tarihinde ilk defa tevhidi bir sistem kurulmuştu. Bu sistem ki, merkezinde insan hareketlerinin bütün varlık ve oluş şekillerinin kaynağı olan tek ve mutlak Allah vardı. Bütün varlıklar ve değerler yeni baştan düzenlenme alanına taşınıyordu. Tek istisnası olmaksızın bütün kâinat unsurları, eski yerlerinden alınıyor, bu yeni alana yerleştiriliyordu. Varlıklar arasında yeni bir ilişki kuruluyordu. Eski sistemde birbirine yabancı olan manalar, yeni sistemde yakın irtibat kurarken, eskisinde birbirine yakın olan manalarda yeni sistemde tamamen birbirinden ayrılıyordu. Üstün varlıklar alanında Allah'ın bütün kainatın tek Rabbi tanınması yukarıda da işaret edildiği gibi diğer tanrıları hükümsüz kılıyordu. Âlihe (sözü dinlenenler, hareketi takip edilenler) denen o tanrılar şimdi sözden ibaret, sadece isimden ibaret birer kavram haline geliyordu.
Bu yeni inançta ilâh (çoğulu âlihe) kelimesi, eğer Allah'tan başka bir varlığa işaret ediyorsa karşılığı olmayan boş kavramdan başka bir şey değildi.
Sizin ondan başka uyduklarınız şeyler, sizin ve babalarınızın uydurduğu isimlerden başka bir şey değildir; Allah, onlar hakkında bir yetki indirmemiştir. Yusuf 12/40
Kur'an'da vahye çok özel bir yer verilmiştir. Vahiy olağanüstü, insan aklının kavrayamayacağı esrarengiz bir olay olarak ele almıştır.... İslâm'a göre vahiy Allah'ın konuşmasıdır. Kendi iradesini dil aracılığı ile bildirmesidir. Fakat insana ait olmayan esrarengiz bir dille değil, insanın açıkça anlayabileceği bir dille konuşmasıdır. Burası çok önemli bir husustur. Allah'ın kendi iradesiyle yaptığı bu konuşma olmasa yeryüzünde İslâm'ın anladığı manada hiçbir gerçek din olmaz.
Vahyi böyle olağan üstü bir konuşma durumuna getiren şey, o konuşmada konuşanın Allah ve dinleyenin de insan olmasıdır. Yani burada konuşma, üstün bir varlıkla alelade varlık arasında cereyan etmektedir. Öyle ki konuşanla dinleyen arasında hiçbir doğurma ve doğrulma dengesi yoktur.
Vahiy kelimesi, İslâm öncesi şiirde sık geçen kelimelerden biridir ve bu durum, vahiy kavramının Kur'an'dan önceki kökünü tahlil etmemizi büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Vahiy kelimesinin Cahiliye devri şiirlerinde kullanılışını göz önünde bulundurarak kelimenin asıl semantik şartlarını üç noktada toplayabiliriz.
Vahiy her şeyden önce haberleşmedir. Vahiy kelimesi, iki şahıs münasebetli bir kelimedir. Yani vahiy olayının vuku bulabilmesi için sahnede iki şahsın bulunması lazımdır. Bu şahıslar A ve B şeklinde göstermekte; burada A, aktif hareket eder. (A______B), B'ye naklinden ibarettir. Burada karşılıklı bir münasebet olamaz. Yani B den A ya bir cevap söz konusu değildir. (B sadece alıcı durumdadır.) Bu haberleşme, tamamen tek yönlüdür.
Bu haberleşmenin sözlü olması zaruri değildir. Yani haberleşme için kullanılan işaretlerin daima dil işaretleri olması gerekli değildir ama dil işaretleri de kullanılabilir. Bu haberleşmede daima bir sırlılık, gizlilik ve özellik vardır. A ile B arasındaki konuşma tamamen özeldir. A, kendisini açıkça B'ye tanıtır ama yalnız B'ye, başkası onu göremez. İkisi arasında mükemmel bir haberleşme vardır, ama bu haberleşme öyle bir yoldan yapılır ki haberleşmenin muhtevasını dışandakiler anlayamaz.
Kur'an vahyinde Allah (A), Muhammed'e (B) onun dili olan Arapça ile konuşmaktadır. Ancak A ve B aynı kategoriye mensup, aynı düzeyde varlıklar olmalıdır. Fakat vahiy halinde -ki vahyin gerçek özelliği burada başlar- bu ana kural bozulur. Çünkü vahiyde A ve B yani Allah ve insan birbirinden çok farklıdırlar. Tabiri Caizse yatay olarak aynı düzeyde varlıklar olmazlar. Aradaki ilişki dikeydir: A yukarıdadır, en yüksek varlık düzeyini temsil eder. B ise aşağıdadır, aşağı bir varlık düzeyini temsil eder. Bu ontolojik durum, Kur'an'ın vahiy telakkisinde önemli bir rol oynar... Arada bu ontolojik uyuşmazlık bulunduğu sürece A ile B arasında lisani bir anlaşma olamaz. Bu dil kuralına rağmen ikisi arasında lisani bir konuşma olması için ya A'da veya B'de olağan üstü bir şey vuku bulmalıdır.
Kur'an'a göre Allah beşerle (ayette nebi denemekte) ancak üç yolla konuşur ve bu hususun da Kur'an'da Şuara suresinde şöyle açıklandığını söylemektedir:
Allah bir beşerle (doğrudan) konuşmaz. Ancak vahiyle (kulunun kalbine, dilediği düşünceyi doğurarak), yahut perde/set arkasından konuşur, yahut, izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (gönüllere can veren bir söz) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi doğru yola ilettiğimiz bir nur yaptık. Şûra, 42/51,52
Bu ayete göre vahyin üç yolu şunlardır: 1) Gizli konuşma, 2) Perde arkasından konuşma, 3) Elçi gönderme
Allah bizim gibi nebi olmayan beşer ile sadece rasul aracılığı ile konuşmaktadır. Hz. Muhammed hayatta iken din adına sorulan sorular ve kuranda gelen “deki” ile başlayan ayetler, beşerin soru ve isyanlarına Yaratıcının cevaplarıdır. Şuanda rabbimiz Elçin sözlerinin eksiksiz korunduğu zikir olan kuranla bizler ile konuşmaktadır.
Araplara göre de insanı Allah yaratmıştır ama yaratma sona erince Allah'ın işi bitmiştir. İnsan yaratıldıktan sonra artık yaratanıyla bütün bağlarını keser ve yeryüzüne geldiğinden itibaren hayatını çok daha kuvvetli bir diktatör patronun yönetimine verir. Bu patron, onu ölümüne kadar pençesinde sürükler. Ölüm de bu patronun insana vurduğu son ve en acı darbedir. Bu patron dehr dedikleri zamandır. Şu ayette kâfirlerin ağzından bu inanç açıkça nakledilmektedir
Dediler ki: Bu dünya hayatımızdan başka bir şey yoktur. Ölürüz ve yaşarız; bizi helak eden, dehr den başkası değildir. Câsiye, 45/24
Gerçekten bu, çok karamsar bir hayat görüşüdür. Bütün hayat, tabiatın büyüme ve çürüme kanunlarıyla yönetilen bir sürü felaketler yığını haline gelmektedir. Karanlık, kör, yarı insan şeklindeki bu tabiat canavarının elinden kurtuluş yoktur. İşte bu acıklı atmosferin durumuna baktığımız zaman Kur'an görüşünün önemini tam manasıyla anlamaktayız. Kur'an, insan için tamamen değişik şartlar getirir. Birden bire gök açılır, karanlık bulutlar dağılır, acıklı, ıstıraplı bir hayat yerine ebedî hayatın parlak mutluluğu görünür. Bu hususta iki dünya görüşü arasındaki fark, tam gece ile gündüz arasındaki fark gibidir. İslâm sisteminde de Allah, yaratıcı olarak insan hayatının başlangıç noktasını işaretler (insan hayatını başlatır). Fakat burada daha ilk anda derhâl büyük değişikliği fark ederiz. Kuran vahyi öncesinde Allah'ın yaratma işi, sadece O'nun, hayatın başında ve sonunda insanın işlerine yaptığı bir müdahaleden ibarettir. İnsanı yarattıktan sonra artık onun işlerine karışmaz; bundan sonra iş, dehr denen bir başka kuvvetin eline geçer.
İslâm sisteminde ise bunun tersine, yaratma, yarattığı şeyler üzerindeki Allah yönetiminin başlangıcıdır. İnsanın bütün işleri, en ince ayrıntılarına kadar hayatın bütün safhaları Allah'ın kontrolü altında cereyan eder. Kur'an'a göre Tanrı adaletlidir. Hiç kimseye asla zulüm yapmaz, haksızlık etmez. Artık ne dehr ne dehrin gizli tuzağı kalır. Dehr diye bir varlık tanınmaz, bu hayalî kâbus inancı sökülüp atılır, insanlığın hayatı yalnız ve yalnız Allah iradesinin kontrolüne verilir. Tabii ölüm meselesi yine kalır. Ölüm kaçınılmaz bir şeydir. Her nefis ölümü tadacaktır.